24 Temmuz 2012 Salı

Bir Guguklu Saatin Azizliği

Hikaye okumak işi beni iyice sardı bu aralar. Gerçekten çok güzel hikayeler varmış edebiyatımızda. Kurgunun mükemmelliğinden falan bahsetmiyorum. Bir hikaye, "İki dost gitmiş, gelmiş, işi büyütmüş. Sonra şöyle olmuş böyle olmuş..." şeklinde sürüp gittikten sonra kurgusu mükemmel olsa ne fayda. Bence hikayeyi hikaye yapan onun anlatımındaki güzelliktir. Kelimelerin seçimi, uyumu, ahengi; anlatım tarzının hikayenin temasına mükemmel uyumu; hikayenin akıp gitmesi... Hani sözel/dilsel zeka diye bir şey var ya öğrenme psikolojisinde, işte tam onun tezahür etmesi.

Dilin mükemmel kullanımı konusunda bence ne varsa eskilerde var. Şu dil devrimi denen şeyin ne tahribkâr olduğunu Refik Halid'in tek başına Bir Guguklu Saatin Azizliği hikayesi göstermeye yeter. Kelimelerini sadeleştirmeden günümüz Türkçesinin Latin harfleriyle aşağıya alıyoruz. Onun altında da Osmanlıca Türkçesi'nin İslam harfleriyle yazılmış halini bulabilirsiniz.

Azizlik: mec. muziplik, şaka, latife

Bir Guguklu Saatin Azizliği
Dışarıda yağmur, çamur, soğuk, zifos ve karanlık vardı. Berbad bir kış akşamıydı. Hâlbuki içeride salonlar ılık, temiz, aydınlık ve pürneş’e idi; Çay veriliyordu. Ben de bu âleme dâhildim.

Fakat nedense melûl, mahzûn bir günümdü... Nezâketle hâzirûnu selamlamış, birkaç nâzikâne cümle sarf etmiş ve usulcacık bir köşeye yollanub orada, ayakta bir süslü masaya dayanub tahayyüle dalmışım. Ah hiç şüphe yok ki, şu salonda her şey ve herkes, ilk nazarda pek hoş, pek câzibedar, pek kaygusuz pek âsude görünüyordu. Sanki hepimiz bütün işlerimizi yoluna koymuş îrâdımızı masrafımıza uydurmuş, kendimizin ve çocuklarımızın istikbâlini temin etmiş, hayatımızı taht-ı emniyete almış, şimdi buraya hevâi sohbetler yapmaya, eğlenmeye gelmişdik. Ev sahipleri dudaklarında mes’ûd tebessümler ortada dolaşıyorlar, misafirler gözleri neşeli latifeler yapıyorlar, modadan bahsediliyor, Avrupa’dan dem vuruluyor, yazın yapılacak eğlencelerle bahara çıkılacak seyahatlerin projelerinden konuşuluyor. Hülâsa müreffeh mes’ûd, tâli’li adamlar gibi bu zümre en latîf hasbihâllerle ne tatlı vakit geçiriyordu. Evet, şüphesiz ki buraya İstanbul’un bahtiyarları toplanmış en dertsiz ve endişesiz insanları bu zarif salonda birbirleriyle telâki (buluşma) etmişdi.

Ben tam muhâkememi bu raddeye getirmiştim. Birden başımın üzerinde bir harhara koptu ve garib bir mahlûk bir biri üstüne altı kere:
— Guguk! Guguk!
diye haykırdı. Bakdım: duvara kâr-i kadîm antika bir saat, bir guguklu saat asılmışdı. Çâryekte bir üstündeki ufacık kapı açılıyor ve alelacayip bir kuş salona, salondakilere doğru uzanarak yerine göre, bir, beş, on, on iki defa:
— Guguk!
diye bağırıyor, sonra yine odasına ve yuvasına çekiliyordu. Belki bunda şâyân-ı hayret hiçbir cihet yoktu. Fakat, nedense, bana bu (Guguk!)lar, şu riya, hülya âleminde pek manidâr göründü; sanki onu bir feylesof azizlik olmak için asmıştı, her (Guguk) bizi hakikate ircâ' için bir ihtâr ve her esassız sözümüzle, fiile uymayan kavlimizle bir istihza idi. Hem, galiba ale’l-husus çay günleri bu (Guguk)lar o kadar yerinde çıkıyor, guguklu saat bizi o derece münasip bir yerde susduruyordu ki onun bir makineden ibaret olmayıp ayrıca bir ruha, bir zeka ve bir ilme de malik olduğuna gittiğince inanmağa başlıyordum.
— Muhakkak, diyordum, arkamızda bizi bir dinleyen var, yeri geldikçe ipini çekiyor ve saati öttürüyor!
Mesela yandaki koltuğa gömülüp yüksek sesle meclise hitap eden bir harp zengini borç gırtlağında, perişan bir halde idi ve elli lira bulmaktan aciz bir vaziyete düşmüştü. Keyfiyet de cümlemizce mâlûm idi. Gûyâ âbid hanındaki yazıhânesi işliyormuş gibi azametle:
— Piyasa durgun biraz un üzerine muamele var, fakat geçen hafta ortağımla girdik, sekiz bin lira zarar ettik!
der demez zahir akrep çâryeğin üzerine gelmişti. Kuş yuvasından çıktı ve tüccarın üzerine doğru uzanıp bir defa:
— Guguk!
diye haykırdı. Ben kıpkırmızı oldum; az daha ev sahibi de:
— Kusurunu afv edin, münasebetsizlik etti!
diyecek zannettim. Fakat baktım, kimse şu ihtâr ve istihzâ’nın farkında olmadı.

*
*  *

Şimdi tacir-i müflis sözünü kesmiş, halka yutturduğuna kâni’, memnun dinlenirken şık, zarif ve câzibedâr bir hanım efendi –Allahu a’lem, doğru olmasa gerek ama sigorta parası için geçen yıl yalılarını kasden yakdıkları hakkında ortalıkta birşâyi’a dönmüştü ve bu yıl yakacak ev dahi kalmamıştı– tatlı bir bahs açmıştı:
— Geçen kışı Nis’de geçirdikdi, ne mükemmel bir hayat o... Bu sene beğe söylüyorum, “Canım, diyorum, bu çamurlu, sıkıntılı memlekette nasıl durulur, hiç olmazsa iki ay Mısır’a gidelim!” Fakat, inatçı adam, bir türlü razı olmuyor, “Bir işim var, hele bitsin, niyetim yine Nis’de bir villa tutmak” diyor... Bakalım ne olacak!
Hanım Efendi sözünü ikmâle vakit bulmamışdı, Nis’de villa tutmak ibaresine gelir gelmez tepesinde bir har hara kopmuş ve –buçuk olmalıydı– tahammülsüz kuş kutusundan dışarıya fırlayarak:
— Guguk!
diye ona da bir defa cân u gönülden bağırmıştı... Acaba hanım alayın farkında olmuş muydu? Ben hicâbımdan yerlere geçiyordum. Lakin anladım ki tefâhür müsabakasına girişilen bu meclisde (Guguk!) değil a, bir saat icad olunsa da (Yuh sana!) diye haykırsa yine kimse üzerine alınmayacak!

*
*  *

Üçüncü bir zat, bir muharirdi ve dalgınlıkla benim orada bulunduğumu ve işlerin iç yüzünü bildiğimi de unutmuştu... Kitaplarının mazhar olduğu rağbeti, mahviyetkârâne bir şive ile, lâkin herkesin zihnine hakk etmeğe uğraşarak tatlı tatlı anlatıyor, anlata anlata bitiremiyor:
— Vallâhi efendim diyordu, bu memleket için doğrusu şâyân-ı hayrettir. İlk eserimi beş bin bastırmıştım. Beş ayda tek nüsha kalmadı... Kitapçı geçen gün ikinci tab’ını teklif etti. “Hele şu sırada dursun!” Cevabını verdim. Mâ’mafih eş’ârımı (şiirlerimi) topladım, küçük bir cilt teşkil edecek… Tâbi’ on binden aşağı basılmasına razı değil!
On bini işiten kuş [ya tekrar çâryek üzerine, yahudda şâir-i meşhûrun iki yüz nüsha bile satamayacağına vâkıf olduğundan hiddete gelmişti] birden yuvasından dışarıya atılmış ve üstadın burnuna doğru gagasını uzatıp sarîh bir istihzâ ile:
— Guguk!
diye haykırmıştı. Ben utanarak gözlerimi yere indirmiştim; zannetmiştim ki şâir de işin farkına vardı... Lakin ne gezer, galiba o bunu (Bravo!) , (Mükemmel!) gibi bir takdir ve alkış sedası farz etmiş, (Mersi), (Mersi) diye mırıldanarak koltuğuna yaslanmıştı!

*
*  *

Söz sırası bir büyük zata gelmişti, o sâbık ve lâhîk ne kadar siyasiyyûn varsa hepsini bol keseden tenkîd ediyor, sürü sürü kusurlar sayıyor, kaht-ı ricâlden dem vuruyor, memlekete yazık olduğunu söylüyor, süslü yeleğinin cebine elini sıkıştırıp meşhûr bir siyasi tavrıyla:
— Hanım efendiler, diyordu, yazık ki iş başına şark ve garba layıkıyla vâkıf bir zat, bir azimkâr ve kıymetdâr zat geçemedi. Mesela bendeniz iktidarda bulunsa idim dört kanunla bu memlekete öyle bir intizam verir, maârifi, sanâyii öyle bir teshîl eder ticareti öyle arttırır, vatanı öyle bir gülzara çevirirdim ki hasımlarıma bile meziyet mi hidmet mi takdir ettirir, dünyaya parmak ısırttırırdım. Evet, fazla değil, yalnız dört kanun, dört nizamname ile milleti şu muhâtaradan kurtarmağa benim için, acizleri için işten bile sayılmazdı!
Bu beliğ mûhim, müthiş hitabeyi tam zamanında medid muharriş, boğuk bir harhara, badehu sert, tiz, sabırsız bir sadâ-yı istihzâ tamamladı:
— Guguk! Guguk! Guguk!
Akrep tam altının üzerine gelmiş, bir çâryek kadar şu nutku dinlemekten kuş bütün tahammül ve metânetini gâib ederek yuvasından dışarıya bir çılgın gibi fırlamıştı. Yedinci gugukta henüz hırsını alamamış gibi mırıldanarak zor bela içeriye girdi... Lâkin dünyayı anladığını iddia eden o zeki vukuflu zat bu sarîh alayı hissetmemişti. Ben saatin şu nezaketsizliğinden dolayı utandığımı belli etmemek için yüzüme mendilimi kaparken o alkışlamış bir hatip edasıyla mağrur koltuğuna yaslanıyordu.

*
*  *

Siyasetten bıkan meclis artık öteden beriden bahs ediyordu. Otuz seneden beri otuz yaşını geçmeyen bir hanım efendi [söz aramızda, haber aldığımıza göre Kerime hanımla bir mukâvele akit etmişti, sokakta kendisine (Anne!) diye hitap etmemek şartıyla mah-be-mah elli lira cep harçlığı verecekti.] şöyle genç, şuh bir kahkaha ile birden:
— Cum’aya benim doğduğum gün dedi, yemeği hep beraber yeriz…
Sonra daha genç, şuh bir seda ile:
— Ben de otuzunu buldum!
diye ilave etti… Cümlesini henüz bitirmişti, birden tepemizde müthiş bir harhara koptu, guguk kuşu –hem de çâryeğe gelmeden, zâhir zenbereği boşanmıştı– kutusundan fırladı, lâyenkati’:
 — Guguk! Guguk! Guguk!
diye bağırıyor, mütemâdiyen haykırıyor, nefes nefese hanımefendiye bakarak guguklarına devam ediyordu.

Hepimiz şaşırmış, yüksekteki saate:
— Artık sus!
diye sesleniyor, yumruklarımızı sallıyorduk. Nihayet kurması biterek bî-mecâl susmuştu; susmuştu ama bir kelime ile fikrini bu derece mükemmel ve dürüst ifade eden zarîf bir heccâva ben ömrümde tesadüf etmemiştim!

Refik Hâlid

Osmalıca Metni
Hikayenin yukarıdaki latinize kısmı ve aşağıdaki Osmanlıca metinleri, Osmanlıca Sevdalıları blogundan temin edildi: 

1
2
3
4
5
6
7

4 Mart 2012 Pazar

İlk Düşen Ak

E-kitap konusunda şu bir sorun ki dijital ortama aktarılmış ve dolayısıyla e-kitap olmuş çok fazla Türkçe kaynak yok. Var olanlarının da kullanılabilirlik ve imla hatalarından arınıklık düzeyi düşük. Topluma mâl olmuş eserlerin hâlâ erişilebilir olmayışı edebiyatımız için bir eksiklik. Türkçe'nin korunup düzgün kullanılması için çeşitli araçlar geliştirilmesi ise bu kaynakların erişilebilirliğine bağlı. Ancak bunun için ciddi fedakârlık ve çalışma gerekli. Önceden beri birikmiş bu intibalar Ömer Seyfeddin'in "İlk Düşen Ak" hikayesini okuyacak düzgün bir internet sayfası bulamamanın üzerine söylendi. Kendisine ödev verilen bir edebiyat öğrencileri, okuyup da paylaşmak isteyenler ve edebiyatseverler için "İlk Düşen Ak" hikayesi...

İlk Düşen Ak
“Güneşin altında yeni ne vardır?” Hiç! Bu sabah aynamın karşısında yine bu eski hükmü hatırladım. Geceden pek yorgundum. Geç yatmıştım, geç uyandım. Banyomu yaptım. Giyindim. Saçlarımı tararken şakağımın ta ucunda ansızın bir ak gördüm. Bir ak… Bu sanki gayet mühim bir faciaymış gibi beni saatlerce düşündürecekti. İlk defa görülen bir akın kederinden daha adî ne olabilir? Ben bu kederi belki yüz romanda okudum. Hayatın sonbaharında, kışın gelmek üzere bulunduğunu ihtar eden soğuk bir kırağı… Ölümü unutmuş kayıtsız bir genç birden:
— Ah!., der.
Yaşadığı neşe uykusundan uyanır. Hele bu zavallı bir kadın yahut bir kız olursa… Fakat işte ben bu elemi duymadım. Duymamak istedim. Ama yalnız düşündüm. Çünkü kendimi bildim bileli “taklit”ten nefret ederim. Küçükken Kanlıca'da viran bir köşkte otururduk. Komşumuzun gayet tuhaf bir maymunu vardı. Sabahtan akşama kadar onunla oynardım. Adı “Yakut”tu. Kuyruğunun altı tüysüzdü. Hem masmaviydi. Ben ne yaparsam tekrarlardı; temenna [eli ağza ve başa götürerek verilen selam], baş kaşımak, el çırpmak, bıyık bükmek, yumruk sıkmak… Daha bin türlü münasebetsiz şeyler de. Hatta bakışımı bile taklit ederdi. Gözlerimi açtım mı o da açar, süzdüm mü süzer, kapadım mı kapardı. Şimdi ne vakit kendimden başka birisini taklide kalksam bu maskara hayvan aklıma gelir, içimden:
— Maymunlaşmışım!.. derim.
Fırçayı bırakan ellerim bu akı kopardı. Bakmağa başladım. Sebepsiz bir hüzünle “hayatın boşluğu, ümidin nihayetsizliği, neticenin hiçliği” hayâlime rutubetli bir sis gibi çoktu. Dudaklarıma Rosemonde’in mısraları geldi. Aynada kendimi Maupassant’ın hikâyesindeki kahramana benzettim.
— Hayır, hayır… diye başımı salladım. Edebiyat oynamayalım! İşte bir tel ak saç! Pek tabiî değil mi? Otuz yaşındayım.
Evet otuz yaşındayım. Pencereden giren sabah güneşi aynaya vuruyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Başımı çevirdim, yürüdüm. Geniş pencerenin kenarına dayandım. Aşağıları; Kandilli, Kabataş evlerinin damları, gümüş deniz, Üsküdar, Kuzguncuk, Çamlıca şen bir aydınlık içinde parlıyordu. Bu levhanın sağ nihayetinde Karacaahmet selvilikleri bile yeşil görünüyordu. Yavaş yavaş hayâlimdeki sis dağıldı. Otuz yaşından sonra saça düşen ak kederlenmeğe değer miydi? Hem bu keder hemen herkes tarafından duyulan klasik bir şeydi. Edebiyatta binlerce numunesi vardır. Başkalarının evvelden duyduğunu şimdi yeniden duymağa kalkmak hoşuma gitmedi. Fikrimin cereyanını değiştirmek için kendi kendime sordum:
— Acaba daha otuz sene yaşayacak mıyım?..
— Belki…
— …
— Belki de hayır.
— …
Geçen otuz senenin otuz saniyeden hiç farkı var mıydı? Doğduğum köydeki çocukluğum, İstanbul’a gelişimiz, mektep, Avrupa… Hep gözümün önüne geldi. Beş sene evvel ölen zavallı anneciğim,
— “Hele otuz yaşına gir. Ondan sonra ömür o kadar çabuk geçer ki insan can sıkıntısı duymağa vakit bulamaz!..” derdi.
Vakıa şimdiye kadar az canım sıkılmadı değil. Talihim bana hep canımı sıkacak muvaffakiyetler nasip etti. Meselâ mektepte en çok edebiyata çalışırken riyaziyattan [matematik] birinci çıkıyordum. Sanayi-i Nefise Mektebi'ne [Güzel Sanatlar Okulu], Edebiyat Fakülte'sine girmek; hür, mesut, başıboş bir sanatkâr olmak isterken… -işte gayr-i ihtiyarî gülüyorum- Mühendishane’ye tıkıldım. Mühendis oldum; hem de birinci çıkarak… Beni içine alan ilim “ezelî bir tekrar”dan başka bir şey değildi. Dünya değişse “mütearife”ler değişmezdi. Ayrı şekillerin yalnız işaret harfleri değiştirilebilirdi. Ama ben mektepte yine edebiyatı bırakmadım. Her sene hacmime müsavi romanlar okudum. İki benliğim vardı: Biri sanatkâr, şair… Öteki: Mihanikî, hissiz bir adam! Bu mihanikî adam çok kuvvetliydi. Hiç ehemmiyet vermediği, hiç çalışmadığı derslerden birinci geldiği için hükümet tarafından tahsilini ikmal etmek üzere Avrupa'ya gönderildi. Avrupa’da “şair” yaşadı. “Mihanikî adam” kitapların üstünden kalkıp hatta bir kubbe, bir monuman, bir kemer, bir tak göremedi. İstanbul'a gelince getirdiğim diplomaların parlaklığına şaşan hükümet beni ilk hamlede kırk lira maaşlı bir memuriyete tayin etti. Dairemin kırtasî sükûtu içinde yine gizli gizli edebî eserler okurken “mühendis gibi” şöhretim büyüdü. Daha bir plân çizmediğim halde ismim geçerken gazeteler “Meşhur mimar” diyorlar. Vazifem? -İşte yine gülüyorum- her gün öğleden iki saat evvel, içinde kendimden başka kimse bulunmayan geniş odaya gidip oturmak; masamın üzerine yığılan kâğıtları okumadan imzalamak… Yeni memurken bu kâğıtları okurdum. Gördüm ki münderecatları [içerik] tamamıyla bir. Sonra bu zahmetten de vazgeçtim. Sa’yim, gayretim nazırın teveccühünü celbetti. Hem bana çok para kazandırmak, hem de ilmimden istifade etmek için Mühendis Mektebi’nden de bir ders verdiler. Haftada üç saat, ayda yirmi lira…

İçmem. Kumar oynamam. Eğlence sevmem. Kalabalıktan hazzetmem. En sevdiğim şey okumakla -ama edebî şeyler okumakla- düşünmektir. Altmış lira bana fazla geldi. Ceplerim doldu. Sevdiğim şaheserlerin lüks tablarını getirttim. Ayazpaşa'nın en güzel apartmanındaki şu daireyi tuttum. Bakacak kimsem yok. İstanbul'da garibim. Ne uzak, ne yakın bir akrabam yok.

Bedbaht değilim. Mesut da değilim. Geçen sene müthiş surette canım sıkılmağa başlamıştı. Zayıflamıştım. “Nevrasteni oluyorum” şüphesi beni doktora sürükledi.
— Okumayınız, yazmayınız. Kendinizi ferah tutunuz, canınızı hiçbir şeye sıkmayınız. Erken yatınız. Geç kalkınız. Kırlarda, denizlerde geziniz, eğleniniz…
— Fakat doktor, ben ancak canımın sıkıntısını geçirmek için okurum, dedim.
— Pekâlâ, yazı da yazmayınız…
— Yalnız imza atarım, diye güldüm.
— Onun zararı yok!..
— Ama yine canım sıkılıyor. Kendimi ferah tutamıyorum.
— Niçin?..
— Bilmem. Sebebini sizden soruyorum işte…
Şişman, şen, şuh bir adamdı. Maroken kanepesinin koltuğuna vurdu:
— Pekâlâ, ben size söyleyeyim, dedi. Beni uzun bir istintaka [sorguya] çekti.
Evli miyim, bekâr mıyım? Kaç yaşındayım? Memuriyetim ne? Maaşım ne kadar? Filân… Sordu. Kısa kısa cevaplar verdim. Bir kahkaha attı:
— Senin hastalığını şimdi keşfettim! dedi.
— …
Yüzüme baktı. Bitmeyen gülüşünün içinde ilâve etti:
— Sen, bir “sineküriyen”sin!..
— Sineküriyen mi?..
— Evet…
Birden anlayamadım. Böyle bir hastalık hatırlamıyordum. Sordum:
— Bu nasıl hastalık?..
— Saadet hastalığı!
— ?.
— Saadet… Yani işsizlik hastalığı!
— Yine anlayamadım?..
— İşsizlik saadet midir?.. diye güldüm.
— Eski lisanlarda işsizlikle saadeti bir kelime ifade eder. Fakat bu saadet de çok olunca, değişmeyince, her his gibi mahiyeti bozulur. Keder, elem olur…
— …
Bir idadî [lise] talebesine ders verir gibi, hazla elemi bana anlattı. Süren hazzın elem olacağını, değişmeyen eleme de insanın pek çabuk alışacağını izah etti. Onca işsizlik, yani “çalışmak mecburiyetinden azadelik” bir saadetti. Lâkin bu saadetin üzerine bazen biraz kara bulutlar gelmeliydi. Fasılasız bir saadet şüphesiz bir felâketti.
— Eğer can sıkıntısından kurtulmak isterseniz bu rahat memuriyetinizden istifa ediniz, dedi.
— Sonra… Ne yapayım? Zengin değilim! diye güldüm.
— İyi ya… Para kazanmak mecburiyeti sizi çalıştıracak. Boş duramayacaksınız.
— Sonra?..
— Şimdi ay nihayetinde masanızın üstüne cop bırakılan altmış lirayı, çalışırken kuruş kuruş, muhtelif yerlerden toplayacaksınız. Sinirleriniz beyniniz aklınız, gözleriniz, elleriniz çalışacak. Koşacaksınız…
— Fakat bu benim işime gelmez.
— O halde “Sinekür”ün -sürdükçe elemi olan- rahatına katlanacaksınız.
— …
Gülümseyerek önüme baktım. Hakikaten ben pek genç bir sineküriyen olmuştum. Bu, şüphesiz bir talih eseri idi. Amma ihtiyarlığa uygun gelen şey gençliğe uygun gelmezdi; gençliğe uygun gelen şey de ihtiyarlığa… Meselâ güzel kadın, çok uyku, nefis bol yemek, filân gibi! İşte bu talih beni harap ediyordu. Ben bunları düşünürken geveze doktor şeker hastalığını, nıkristen, daha bin türlü rahattan, işsizlikten gelen hastalıkları sayıp döküyordu.
— Bari jimnastik yapsam, doktor bey… Güldü:
— Jimnastik mi? O nihayet adalelerinizi yorar. Hâlbuki sizin yalnız adalâtınız değil… ruhunuz, hissiniz, fikriniz, hâsılı bir kelimeyle söyleyeyim, mevcudiyetiniz çalışmağa muhtaç!
— Yani manevî bir jimnastik…
— Evet, evet.
— Ne gibi?
— …
Bulamadı. Yüzüme baktı. Bakışında benim mevkiimi kıskanan bir haset vardı. Bunu güneş gibi görüyordum.
— “Mühendisim” demiştiniz değil mi?
— Evet.
— Mademki işiniz yok. Sanatınıza çalışınız.
— Memur olduğum için dışarıda çalışamam.
— Hayır, öyle ticaret şeklinde para kazanmak için değil.
— Ya nasıl?
— Sanat için sanatınıza çalışınız.
— Anlayamıyorum, nasıl?
— Siz Türk müsünüz?
— Evet.
— Milliyetperver misiniz?
— …
Birdenbire cevap veremedim. Böyle bir suale ömrümde ilk defa maruz kalıyordum. Vicdanımı yokladım. Daha bunun ne demek olduğunu bile bilmiyor. “Milliyetperverlik” ne demekti? Vakıa kulaktan böyle bir cereyanın olduğunu duymuş, ama hiç ehemmiyet vermemiştim. Türkçe mecmuaları, gazeteleri okumak âdetim olmadığı için, bir şeyden haberim yoktu. Sükûtum doktoru sıktı:
— Yoksa kozmopolit misiniz?
— Hayır.
— O hâlde işte hastalığınızın bir sebebi daha. Ne milliyetperverim diyorsunuz, ne de kozmopolit! Yani Araf’tasınız. Hâlbuki Araf insanlara mahsus değildir. Hayvanlar orada istirahat eder. Amma insan için ya cennet lâzımdır, ya cehennem!
Bu tuhaf doktor, bana idealin insana tıpkı kalp gibi, yürek gibi, ciğer gibi lâzım olduğunu anlattı. İnsan “mefkûre”siz yaşayamazmış. Mefkure iflâs eder etmez insan ya deli olur, yahut intihar edermiş. Mefkure birdenbire kaybolmayıp yavaş yavaş zayıflarsa, şeker hastalığı, nevrasteni, isteri başlarmış.
— Hâlbuki sizde muayyen bir ideal yok.
— Galiba.
— O halde azizim çabuk bir “ideal” edininiz, yoksa…
— ?
— Doktor sizi kurtaramaz.
— …
Hayatta o kadar ehemmiyetsiz hadiseler var ki, bizde pek derin intibalar bırakır. Bir “hiç” yıllarca yürüdüğümüz yolu değiştirebilir. Bana ideal sahibi olmamı tavsiye eden doktorun bu paradoksal sözleri çok tesir etti. Yine marazî hassasiyetim neticesi olarak onun telkini altında kaldım. Evet, geçen sene ne milliyetperverdim, ne de kozmopolit! Bana bir ideal lâzımdı. Fakat ideal hazır esvap gibi bulunup alınamazdı. Edebiyatı çok seviyordum. Bir roman yazmasını düşündüm. Hatta başladığım yazmağa… Lâkin tab'ından sonraki rezaleti aklıma getirdim. Meşhur -ama niçin meşhur- mühendis filân bey bir roman neşretmiş! Bu, tıpkı eski bir nafıa nazırının [bayındırlık bakanı], nazırlığı esnasında bir “ilmihâl” kitabı telif etmesine benzeyecekti! Gülünç olmamak için bu emelimden vazgeçtim. Milliyet cereyanının etrafında çıkan matbuatı okumağa koyuldum. İki ay sonra aldığım fikirleri yekûn ettim, şu çıktı:
  1. Dili, dini “bir” olan insanlar bir millettendir. Türkler de bir millettir. Fakat şimdiye kadar “ümmet” teşkilâtıyla yaşadıkları için kendi milliyetlerini, harslarını [kültür] ihmal etmişler. Araba, Aceme benzemeğe çalışmışlar.
  2. Milliyet haline geçince asrîleşmek lâzım. O vakit de Frengi taklide kalkmışlar.
  3. Hâlbuki Türkler de, öteki milletler gibi harsın her sahasında ayrı, hususî bir şahsiyet sahibidirler. Bu şahsiyeti bulunca terakki edebilirler.
Sonra etrafıma baktım. Edipler konuşulan tabiî lisanla yazmağa, şairler, millî edebiyatı, millî şiiri, millî vezni meydana koymağa; hukukçular millî hukuku; ahlâkçılar millî ahlâkı, terbiyeciler millî terbiyeyi bulmağa çalışıyorlar. Ben de millî sanatı aramağa başladım. Bursa'ya, Konya'ya seyahatler ettim. Getirdiğim kitaplar o kadar çoktu ki… Hatta yarısını okuyup bitiremedim. Ama sıhhatim yerine geldi. Artık kendimi düşünemez, dinleyemez oldum. Daha tetebbularımı [araştırma] ortaya atmadan sebepsiz şöhretim büyüdü. Türk sanatının esas hatlarını ararken şedit bir milliyetperver olmağa başladığımı seziyordum. Kemerlerde, pencerelerde, kubbelerde, mezarlarda, türbelerde, çeşmelerde, çinilerde aradığım hususiyeti her tarafta bulmağa çalışıyordum. Eskiden en beğendiğim şeyler Türk olmadığı için, taklit olduğu için gözüme çirkin göründü. Yavaş yavaş dostlarımı kaybettim. Hepsi idealsizdi. Kumar, kulüp, kadın, zevk, gösteriş… Başka şey bilmiyorlardı.

Geçen hafta, ileride tamamlayacağım “Anadolu'da Eski Türk Sanatının İzleri” isimli kitabın başlığını bitirdim. Bu beni iyice yordu. Bir haftadır ne okuyorum, ne yazıyorum. Amma yine can sıkıntısı tehlikesi baş gösterdi. Yine kendimi dinlemeğe başladım.

Bu sabah işte şakağımda bulduğum ilk ak tel bunun için azıcık daha beni kederlendirecekti.

Evvelden başkaları tarafından duyulan bir kederi ayniyle taklit etmemek için düşüncemi değiştirdim. Masama oturdum. Eserimin tebyizinden [beyaza çekme] artan şu boş deftere gelişigüzel bu satırları yazdım. Şimdi kalem elimde düşünüyorum. İşte yine haberim olmadan bir mukallit oldum; ilk ak saçın intihalarını yazmağa kalktım.

İlk ak saç… Hissetmeyeyim. Düşüneyim haydi: Demek ihtiyarlığa doğru dönüyorum?
— …
— Ne yapmalıyım?
— Hiç, ne yapabilirim?
— Fakat artık evlenmeliyim.
— Evet, evlenmeliyim.
— Daha ne bekliyorum?
Evet, “Daha ne bekliyorum?” Kendi kendimle konuşurken bu suale ne cevap vermeli? Şimdiye kadar bunu hiç düşünmedim mi? Hayır. Hâlâ kalbimde birçok heyecan var. Sanıyorum ki evlenirsem bitivereceğim. Fakat nasıl olsa bir gün evlenmeyecek miyim? “Herkes gibi…” Ah herkes gibi… Herkese benzemek insan için ne güç! Tabiî ben de kendimden evvel gelenleri taklit edeceğim. Onlar gibi nişanlanacağım. Onlar gibi güvey gireceğim. Onlar gibi çocuklarım olacak. Onlar gibi aile sahibi baba olacağım. Onlar gibi ihtiyarlayacağım, onlar gibi, heyhat… Onlar gibi öleceğim.

Şu yazdığım sayfaya, ziyası ateşten bir mustatil şeklinde akseden güneşin altında yeni ne var?

Hiç…

Evet, ben de herkes gibi evleneceğim. Beş bin sene evvel yine bu güneşin altında tekrarlanan bu Finland meselini hatırlıyorum: “Hayat yalnızken pek kederlidir. İnsan çift oldu mu, bu hayat daha lâtif olur. Üçleşince hayat pek tatlıdır.”

Ben, artık bu “yalnızlık”tan kurtulmalıyım.

Not 1: Bu hikâyenin yazarı Ömer Seyfeddin, 31 yaşında İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Doktor Besim Edhem Bey’in kızı ile evlendi. Ancak bir çocukları olmasına rağmen evlilikleri uzun ömürlü olmadı. Artık Ömer Seyfeddin’in yalnızlık yılları başlıyordu. İttihatçıların koca imparatorluğu adım adım batırmaya varan faaliyetleri, bizzat bunu gözleriyle görmesi ve zaman zaman da içinde bulunması onu adamakıllı yalnızlığa itti. 36’sında genç denebilecek bir yaşta öldü.

Not 2: Asker olan babası oğlu Ömer Seyfeddin’in da kendisi gibi asker olarak vatana hizmet etmesini istiyordu. Lise sıralarında edebiyata karşı artan ilgisi askerlikten soğumasına ve edebiyat ortamının cazibesine kapılmasına sebep oldu. Harbiye'den mezun olduktan sonra bir ara görev gereği Makedonya'ya gitti ve Rumeli topraklarında bir yıl kaldıktan sonra geri döndü. 1907 yılında Sultan Abdülhamid'in emriyle açılan İzmir Jandarma okulunda "ulûm-ı dîniyye" dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.